GELİYORLAR! GELİYORLAR!

sükran-günayAnnesinin sesiydi, ağlıyor ve söyleniyordu. Gözlerini ovaladı. Kim gelmişti bu saatte?
Acele yer yatağından fırladı. Basma entarisini giydi. Hızla oda kapısını açtı. Badem gözlü annesine sokuldu, sarıldı… Yumuşacık, sıcacık annesi: ‘’Eh, yetti gari, canımdan bezdim! ’’ diyordu. Hayatta(çıkartmalık) minderin üstüne oturmuş, ellerini dizlerine vura vura yakınıyordu. Yumuk elleriyle anacığının gözyaşlarını sildi, yanaklarından öptü, yeniden sıkıca sarıldı. Henüz anlamamıştı olup biteni…
Kederli ana, kollarının altına alıp yavrusunu, öptü yanaklarından. Sıcacıktı göğsü anasının. Tüm vücuduna akan bir ılıklık hissetti, dayadı başını iki göğsünün arasına, suskundu, dinliyordu sadece anacığını: “ Kör olmayasıca! Aldı başını gitti yine. Üstünde iç don, fanilâ ve yalınayak. Ay başı tuttu! Gece gündüz belli değil, geldiler mi kaçıyor. Bıktım usandım büyük Allah’ım! Onca hocalar da bilemedi derdini. Hastane kapılarında çürüdüm, bir şeyi yok bu adamın dediler hep.” Çileli kadının gözyaşları, simsiyah saçlarına akıyordu küçük kızın. Alnında ıslaklığını hissetmeye başladı. Kalktı, bez mendil buldu, sildi gözlerini, yüzünü annesinin, mendili de tutuşturdu eline. Burnunu sildi kadıncağız, hıçkırıklar dinmiyordu: ” Ah, gülüm ahhh! Seni bu hallere getirenler kahrolsun! Ortalıkta kimseler de yoktur şimdi, ya kör kuyulardan birine atarsan kendini! Ne olur benim hallerim? Sığırtmaçlar çoktan yol aldılar, kovalıkta kimseler yoktur ki, seni bulup da tutsalar, getirseler.”
Anlamıştı olup biteni şimdi küçük kız, doğruldu, hayat dedikleri terasın üç dört basamaklı merdivenlerini ikişer atladı, lastik ayakkabılarını giydi, tahtadan sokak kapısının tokmağını çekti, kovalık yoluna koşmaya başladı. Sokağın bitiminde upuzun, köylere giden toprak yol uzanıyordu. Bir iki seslenenler oldu, ‘Ne oldu? ‘ diye. Aldırmadı, duymamazlıktan geldi. Aklı fikri babacığında idi. Ya kör kuyulardan birine düşer ve koca koca yılanlar onu sokarlarsa? Daha da hızlandı. Ovalığa gelmişti, yoldan ayrıldı, sazlıkların arasına daldı. Sanki bir ses vardı, ona ‘gel! ‘ diyen. O tarafa doğru bocaladı bacakları. Hem ilerilere bakıyor, hem de çalılıkların arasındaki taşlık yolu izlemeye çalışıyordu. Güneş’in ışıkları sırtını fazlaca okşamaya başlamıştı. Saç diplerine kadar terlemiş, alnından göz kapaklarına, oradan da boynuna akıyordu damlalar. Güllü entarisi bacaklarının arasına sıkışıyor, terden vücuduna yapışıyor, koşmasını engelliyordu. Elbisesinin eteğini çekiştirip duruyordu bu yüzden, hızını kesmiyordu ama.. Dikenler takılıyordu ara sıra bacaklarına. Çizilen yerlerden kanlar akıyordu. Ilık ılık akarak lastik pabuçlarının içlerine sızdıklarını hissediyordu… Ne sırılsıklam olmuş vücudu ne bacaklarındaki sıyrıklar ne akan kanlar ne de gittikçe daha fazla yakan Güneş’e aldırmıyordu. Bir an önce bulmalıydı maviş babasını… Bir karaltı gördü uzaklarda. Umutlandı; yüzüne kan, bacaklarına güç geldi, uçacak gibiydi. Gözleri yalnızca karaltıyı izliyor, bir an önce yaklaşmaya çalışıyordu. Nasıl da yuvarlanıverdi aniden! Önündeki engeli görmemişti. Şimdi de ayak parmakları acımaya başladı. Kocaman bir taş tökezlenmesine sebep olmuştu. Umurunda değildi, toparlandı, koştu yine soluk soluğa, karaltının olduğu tarafa… Dikkatliydi ama şimdi, düşmeden ulaşmalıydı hedefe. Bastığı yerleri ve varacağı yeri biliyordu artık.
Gittikçe ikileşti karaltılar. Yaklaştıkça belirginleşti gördükleri. İki adamdı o karaltı. Onlar görmüştüler belki, sormalıydı. Nefesi duracak gibiydi heyecandan, ümitten. Yaklaştıkça kalbi daha hızlı çarpmaya başladı. Babasıydı adamlardan biri. Son hızla koştu, babasının kucağında buldu kendini. Öptü… öptü… doyasıya, ‘Yavrum! ‘ diyen canının içi babası sımsıkı sardı kollarıyla. Bir zaman öylece kaldılar. Ağlıyordu ikisi de.
Yaşlı adam: ‘ Evlat dediğin budur işte! ‘ dedi. ‘Bak yavrum! Babanıza göz kulak olun. Peşini bırakmayın. Kendini kaybedince ne yaptığını bilmiyor.’ Bu kör kuyunun başında babası ile oturan kimdi bilemedi küçük kız. Bir daha da görmedi onu.
Sarıldılar baba kız. Eve vardılar. Annesinin yüzü gülüyordu. Ağabeyi okuldan dönmüştü. Yer sofrası kuruldu, olanlardan konuşulmadı. ‘ Yavrularım! Sizler benim canımsınız.’ diyordu can babası. Her seferinde böyle olurdu. Hatırlamaz, bilmezdi yaptıklarını. Soran da olmazdı. Neden? Korkarlar mıydı?

Hayır, hatırlanmak istenmezdi ailece. Korkulu anlardı, bir dahaki sefere kadar suskun kalırlardı. Bilirlerdi, annesinin deyimi ile yeni ay göründüğünde başlardı kaçmalar.
Kimdi gelenler? Neden kaçardı? Kimselerin olmadığı kıyı köşe aramasına sebep olan iç dünyasında neler vardı? Senelerce bilemedi küçük kız.
Yıllar birbirini kovaladı. Anne oldu küçük kız. Araştırdı, buldu: Kurtuluş Savaşı’nın acılarıydı iki yüreğin derinliklerinde gizlenen. Ana oğul saldırılara uğramışlardı. Namus ar bilip saklamışlardı yaşadıklarını; sözleşmeli, beynin akıl almaz dehlizlerine bohçalamışlardı savaşta yaşadıklarını. Gecelerin simsiyah koynunda depreşiyordu an(ı) lar…
Bedenleri isyandaydı koskoca bir ömür boyunca ama. Babaanne son nefesini ‘Geliyorlar! Geliyorlar! ‘ diyerek sedir altlarında verdi. Çocukları, en yakınları bilemediler nedenini, oğlundan gayrısı…
Dertli baba ise huzurluydu, yalnız değildi son nefeste. Çünkü koca kızına, son yıllarında dökmüştü savaşın çıldırtan sırlarını ve rahatlamıştı. Ömür boyu kaçmıştı yaşadıklarından oysa… Kimbilir nice canlar vardı daha; gömdüler zihinlerinin derinlerine, diyemediler başlarına gelenleri…

Şükran Günay