Selam aşina olduğum bu ses karşısında biraz irkilerek gözlerimi açtım. Hoş ama bir o kadar da yersiz bir sesti bu… Evet, bu onun sesiydi ve yüzüğündeki kalbin kapısını aralamıştı. İyi ama neredeyim ben? Daha doğrusu, o burada odamdamıydı? Ka¬fam karışmış bir halde gözlerimi ovaldım. Rüyamda tarihi Edirne koprüsünün diğer bir ucundan bana bakan yeşil gözleri görüyordum. Burası, bilinçaltımın sürekli ziyaret etmeye çalıştığı yerdi belkide, ancak bu defa onu anılarımın arşivlerinde aramayıp karşımda bulabildiğim için şanslıydım.
Elbette o da oradaydı. Endamı zarafeti öylece duru¬yor, Meriç suyunun köprü ayaklarına vuruken çıkarttığı ses eşliğinde çekingen bir şekilde bana gülüm¬süyordu. Kuvvetlice Köprü ayaklarına vuran su sesini ve hemen ardından kumu öpen milyonlarca köpüğün çıkardığı fışırtıyı du¬yabiliyordum. Gözlerimi sıkıca kapattım ve onu, hızla dağılan uyku sisinin arasında beklerken buldum. Gitme, diye yalvardım tüm kalbimle. Kal, kal lütfen. Beni çağıran gülümseyişi ve bana doğru uzattığı elleri söz dinler bir şekilde yeniden be¬liriverdi. O an kalbimde, uzun zamandır hissetmediğim tanıdık bir çarpıntı hissettim, özlemin ta kendisiydi bu…
Ve sonra, bir anda ortadan kayboldu.
Bir iç çektim ve kendi kendime söylenerek saatime baktım. Üç buçuk. Bilgisayarın karşısında uyuyakalmış olmalıydım. Bir kez daha, bir anda uyuyup kalmak, yaşlı insanların lanetiydi. Biraz yorgun bir şekilde koltuğumdan doğruldum ve hal¬sizlik çökmeden önce yatmak için yatak odasının yolunu tuttum. O güzel gözleri görmeye devam edeceğimin umudu içimde. Belkide henüz hiç tanımadığım ten kokusunu çıplak vucuduna sarılırken içime çekebileceğim anın hayali ile olsa gerek gözlerimi bile açmadan yatağa girdim.
Kendimi bildim bileli düşünürüm; “ İnsan dediğimiz varlık kaç ruhu taşır bedeninde. Mesela yıllar sonra, bir şekilde, günün birinde ummadığımız bir yerde, zamansız bir şekilde onunla karşılaşırsam ne yaparım, nasıl davranırım?” diye. Uzun bir zamandan beri içimde bastırmaya çalıştığım, bazen görmezden ve duymazdan geldiğim, kendisinden kaçtığım bütün hücrelerime, düşüncelerime ve kişiliğime işlemiş ikinci bir kişilik, ve ya bir ruhun esiri gibi içimde yaşayan her neyse. Adını dahi koyamadığım bu ikinci kişiliğimle yüzleşmeli ve onunla yaşamayı öğrenmeliydim. Bunca zamandır geçen her yılın sonunda, içimdeki bu şeyin bir yıl daha benimle yaşamış olduğunun analizini yaptım durdum. Basit gibi Onu her görüşümde çektiğim acı ve heyecan, bunun son bulmamış olduğunun açık bir göstergesiydi. Bu durum ne kadar sürecekti. Beynimde yankılanan cevabının saldığı korkuydu bu ‘‘Yaşadıkça.” Günün birinde seni yabancı biriymiş gibi bir yerde karşılaşırsam ne olur? Önceleri, hadi canım sen de, nereden göreceksin onu diye gülüp geçmeyi denerim. Ama ya görürsem ne yapardım acaba? “Ona merhaba der miydim? Onunla konuşur muydum? Ona herşeyi anlatır mıydım?” Aşka tarif gerekmez deseler de siz onlara inanmayın. Yemek ve aşk birbirine benzer, her şeyin bir ölçüsü vardır. İzlenmesi gereken adımlar acele etmeden, dikkatle tarife uyulmalıdır. Sonunda ortaya lezzetli bir şeyler çıkar. Aşk tarifleri hem karmaşık ilişkiler, hem de zor tariflerle başa çıkmanız için var edilmiş duygulardır. Zaten tuhafık bende işte. Ruh ikizi’mi henüz bunun bile cevabını verememişken ne bekliyordum ne umuyordum bilmiyorum. Bildiğim tek şey meriçin sularına bırakıp kendimi götürdüğü yere kadar gitmek istiyorum.
Ne demiş şair : GönüI, dert iIe yandı; derdimi payIaşacak bir dost yok. Çok yer gezdim hüznümü azaItacak bir kişi yok. ‘Ben yarinim’ diyen çok amma gerçekte vefaIı bir yar yok.
Mehmet Tevfik Özkartal
Nürnberg 12.03.2014