Hepimizin bir çok öyküsü vardır hayatta. Bir çoğumuz küçüklüğümüzden beri anlatılan ve ya masal kitaplarından okunan, mutlu sonla biten masallarla büyüdük.Hepimizin bir masalı vardır. Hayalini kurduğu ve büyüdükçe uzaklaştığını gördüğü. Oysaki bu masalları`da, masal kahramanlarını da yaratan biz insanlar değilmiydik? O zaman neden bu mutlu sonları yaşayabilmek varken acı sonları seçişimiz. İster öykü deyin, ister hayat, ister masal herkesin bir hikayesi vardır. Kimi zaman güldüren kimi zaman ağlatan. Bu karanlığın kanatlarında uçmayı yeğleyenlerin değil, denizin derinliklerine cesurca dalmayı seçenlerin öyküsü. İşte sizler bugün benim kısa bir öykümü okuyacaksınız.
Bir hikaye yazdım kendime, hani şu kötü başlayıp güzel biten hikayelerden. Denizin derin mavisine bakanların masalı değil bu, cesurca aşk‘la yaşamı kucaklayanların masalı! Büyükada‘dan Üsküdardaki dede evine taşımamızın moral bozukluğunu üzerimden atamamıştım. Haydarpaşa lisesine ise hiç alışamamıştım. Evden okula gidiyormuş gibi çıkıp bütün gün kadiköy, moda, suadiye’de dolaşıp okuldan geliyormuş gibi eve dönüyordum. Okulda yeni tanıştığım sınıf arkadaşlarımla’da anlaşamıyordum. Anlayacağınız yeni evimize, çevreme, okuluma intibak edemiyordum. Okulu bırakmaya karar vermiştim; vermesine‘de bunu aileme nasıl açıklamalıydım diye kafa yorarken, Okuldan eve gönderilen bir mektup her şeyi ortaya çıkartmıştı. Evin nazik ve üzerine titrenen çocuğu olmam, zaten vur eli olmayan babamı sinirlendirsede çok sakin gözüküyordu o akşam. Bana neden okula gitmediğimi sorduğunda cevabım hazırdı. Soruya soruyla cevap vermiştim. Neden ben eski okuluma gidemiyorum? Vapurla gidip gelirdim ne olurdu sanki! Madem taşınacaktınız beni neden İstanbul belediye konservetuarına göndermediniz? Tabi ben yanlız başıma vapurla seyyahat edemem sebep bu mu? Babam sakin sakin dinliyordu. İlk okulu bitirdikten sonra Müzüsyen olan Hüsnü amcamın israrı ile İstanbul belediye Konservetuarının imtahanlarına girmiş, imtahanı nihari olarak başarılı bir şekilde kazanmıştım. O senede Babam ve Annem İstanbula vapurla gidip gelmeme rıza göstermediklerinden, Heybeli Adadaki Hüseyin Rahmi Gürpınar Lisesine kaydımı yaptırmışlardı. Hoş gidebileceğim başka bir okul da yoktu o zamanlar. Sanki Heybeli adaya yürüyerek gidiyordum. O gece pek bir şey konuşulmadı Babam Hadi yat yarın konuşuruz diyerek beni odama gönderdi. Ertesi sabah okula gidiyormuş gibi yapmam için bir sebep kalmadığından öğleye kadar uyumuştum. Kalktığımda Annemin suratı bir karış benimle konuşmuyordu. Ne kadar şaklabanlık yaptıysam da Annemin yüzünü güldürememiştim. Karnın aç mı diye sormamıştı bile. Güngör Ağbim asmalı mescit’de Müzüsyenlik yapıyor ve orada şarkıcı bir bayan arkadaşı ile kalıyordu. Güner Ağbim askerdeydi ve ben çok rahattım. Güngör ağbimin durumunu benden başka bilen olmadığından sus payı olarak haftada yirmi lira harçlık verirdi bana. Her pazartesi eve gelirdi. Ne olduysa o akşam Güngör ağbimle beraber gelmişlerdi. Güngör ağbim, Babam ve Annem gibi yufka yürekli değildi. O bile ne olduysa benimle sakin sakin konuşmaya başladı. Okula devam edersem harçlığımı elli liraya çıkartacağını falan söyledi. Ben okadar kararlıydım ki Ağbimin her söylediği bir kulağımdan giriyor ötekinden çıkıyordu. Sonunda Ağbim, Babam ve Annem bir karar vermişlrdi bu kararıda açıklamak Güngör ağbime kalmıştı. Tamam oğlum o zaman çalışacaksın dedi. Bende olur dedim. Ağbimin hiç beklemediği bir cevap olsa gerek Babama baktı Babam tamam her sabah Reşat amcanla gidecek akşam onunla döneceksin. Öyle yan gelip yatmak yok. Biraz çalış da okumanın kıymetini anlarsın diyerek bana ceza kestiğini ima etti.
Reşat amıca Babamın çocukluk arkadaşı kapı komşumuz, bir aile dostumuz. Sirkeci İrfaniye çarşısında orlon kazak, buluz gibi ürünleri sattığı bir tezgahı var. Babam ne düşündüyse artık; kışın soğuk, yazın sıcak dışarıda çalışmaya dayanamıyacağımı düşünerek mi böyle bir karar aldı bilmiyorum. Ertesi sabah saat altıda Annemin sesi ile kalktım. Reşat amca saat altı buçukta beni alacaktı. Ve öylede oldu Reşat amca ile beraber Üsküdar vapur iskelesine kadar yürüdük saat yedi vapuru ile sirkeciye geçtik oradan Reşat amcanın tezgahının olduğu yere geldik. Tezgahtaki mallar her sabah kartonlardan çıkartılıp açılıyor akşamları kartonlara istif edilerek yandaki dükkana bırakılıyordu. İlk gün Reşat amca kazakları bulüzleri tezgaha nasıl dizeceğimi akşamları tezgahtan nasıl toplayacağımı, kazak ve bulüzleri nasıl katlamam gerektiğini göstermişti. Bundan sonraki günler bu işin bana ait olduğunu hata yapmamam gerektiğini anlatmıştı. Reşat amcaya kaç para kazanacağımı sorduğumda, hem iş öğreteceğim hemde para mı istiyorsun diyerek cevaplamıştı sorumu. Sen bir işi öğren o zaman konuşuruz dedi. Akşam eve geldiğimde bütün gün ayakta durmaktan bitap düşmüştüm yemek dahi yemeden yattım uyudum. Sabahleyin saat beşte kalktım kendime ekmek arası sandöviç yaptım Reşat amcayı beklemeden çıktım evden saat altı buçukta tezgahın başındaydım. Malları açtım tezgaha yerleştirdim reşat amca saat sekizde geldiğinde iki kazak bile satmıştım.Reşat amca şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Kendisini neden beklemediğimi bile sormadı aferin dedi. Bir ayın sonunda benim pes etmeyeceğim anlaşılmış Reşat amcanın yanında elli lira haftalık la gerçekten çalışmaya başlamıştım. Evdekiler benim pes etmemeden dolayı mutsuzlardı her fırsatta okula dönmem için telkinde bulunuyorlardı. Reşat amca benden çok menundu ve Babamı bir şekilde ikna etmişti sanırım. Üçüncü ay bittiğinde haftalığım da artmış haftada yüz lira alıyordum. Bu arada İrfaniye çarşısı Kapalı çarşı orloncular kumaşçılar herkesle iyi ilişkiler geliştirmiştim.
Ermeni bir arkadaşım kapalı çarşıda ince belli çay bardaklarına, tabaklarına altın yaldız çekiyordu. Piyasaya yeni çıkan bu çay bardakları kapış kapış satılıyordu. Reşat bey amcanın tezgahının hemen yanında iki karton koyabileceğim kadar boş bir yer vardı zaten orada dikilirdik. Reşat amcaya bu yeri bana verirse haftalık almayacağımı söylediğimde hem çok şaşırmış hemde sevinmişti sanırım. Ne yapacağımı sordu tezgaha bakarken Bardak satacağımı söyledim. Güldü ve kabul etti. Her halde bir işe yaramıyacağını düşünüyordu. Konsenye aldığım yaldızlı çay bardağı ve tabağı bir liradan satacaktım yüzde yirmisi benim olacaktı. Akşamdan dört karton almıştım. Ertesi sabah önce orlon tezgahını açtım hemen kenarda boş kartonların üzerine bardak ve tabakları dizdim, gazete kağıdından bardak sarmak için kağıt hazırladım. Boş bir kartona yaldızlı çay bardağı, tabağı hediyesi bir lira batan geminin malları diye yazdım. Ben bütün bu hazırlıkları yaparken bir karton mal satmıştım yani elli adet. Öğlen olduğunda hiç mal kalmamıştı elimde. Reşat amca anlamasın diye mal almaya gitmedim. Telefonla verdiğim sekiz karton mal siparişini, akşamleyin almaya gittim. Hammalara yükledim kartonları orlonları koyduğumuz dükkana bıraktım. Birinci gün kırk lira kazanmıştım sevinçten havalara uçuyordum. İkinci gün sabahtan saat onbeşe kadar sekiz kartonuda satmıştım. Reşat amca nasıl gidiyor dediğinde iyi amcam yirmi otuz kazanıyorum. Reşat amcanın hoşuna gidiyordu tabi bedavaya adam çalıştırıyordu. Böylelikle günler günleri kovalarken dört ay bardak ve orlon satmıştım. Sadece çay bardağı ve tabağından dört ayda onbeş bin liradan fazla para kazanmıştım. Kimselere söylemeden. Ne olur ne olmaz diyerek harcamalarımın dışındaki parayı çatı katındaki odamda gizlemiştim. Bu parayı kazandığım yılda Güngör Ağbim gecede 50 lira alıyordu, Babamın maaşı 685 liraydı. Parayı kazanmıştım kazanmasına yer konusu biraz canımı sıkıyordu. Bir ay sonra Reşat bey amcaya o küçük yeri bana satıp satmıyacağını sordum. Yüzüme baktı güldü neyle ödeyeceğimi sordu. bende borç harç alacağımı söyledim. İşte hayatımın en büyük hatasını yapmıştım. Reşat bey amca o günden sonra benim satışlarımı takip etmiş ve benden yer kirası ödememi istemişti. Öyle böyle değil ayda binbeşyüz lira. Bir müddet ödedim daha sonra yanından ayrılmaya karar verdim.
Kimselere haber vermeden yazları çalıştığım Nihat beyin Karaköydeki gümrük bürosunda çalıştığım dönemlerde Taşkın Özgünerginle tanışmıştım. Nihat beyin istanbuldaki müdürüydü. Arada sırada sirkeci gümrüğünde işi olduğunda vapurla gidiş gelişlerimizde rastlaşır sohpet ederdik. Yine öyle rastlaştığımız bir gün biraz sohpet ettik ordan burdan derken kendi bürosunu açmak istediğini söylediğinde atladım hemen açalım diye. Şaşkın şaşkın yüzüme baktı, Sirkecide bir büro açmak kaça mal oluyor biliyormusun dedi, bilmediğimi söyledim. En az on kağıt lazım bir türlü bir araya getiremedim deyince Taşkım bende beş bin lira var istersen ortak açalım dedim demesine ha ha deyip güldü. İrfaniye çarşısında orloncunun yanında böyle bir parayı birikitiremeyeceğimi sanıyordu her halde. Sonunda Taşkını ikna etmeyi başarmış birlikte bir büro açmaya ikna etmiştim. Eve geldiğimde Reşat amcanın yanından ayrılacağımı, Taşkınla beraber gümrük komisyonculuğu yapmak için büro açacağımı söylediğimde, Babamın ve Annemin suratlarının aldığı hal bu gün bile gitmez gözlerimin önünden. Sonunda beni tekrar okula döndüremiyeceklerini anlayan Babam ve Annem çaresiz bir şekilde Taşkınla ortak büro açmama rıza göstermişlerdi. Hayatım biraz olsun daha renklenmişti sanki. Aynı sene okula devamsızlıktan sınıfta kalmıştım.Yapabileceğimin en iyisini yapmış ailemi‘de ikna ederek açacağımız yeni büronun çalışmalarına başlamıştım bile. Ailemi ikna etmemde Taşkının Babamı razı etmesindeki rolü çok büyüktü. Ankarada yapılan Gümrük Komisyoncuları Muayet memuru imtahanlarına beni hazırlıyacağının sözünü vermişti. Taşkınla işe beraber gidiyor beraber dönüyorduk artık. Bindokuzyüz altmışdokuz yılının temmuz ayında Sirkecide’ki büromuzu açmıştık. İşlerimiz de gayet güzel gidiyordu, günde en az kırk beyanname kapatıyorduk. Akşamları iş dönüşü Kadiköydeki Birhanelerde bir iki bira içmeden evlerimize dönmezdik. Gene öyle bir akşam üstü tesadüf eseri Hülya’yı tanıdım zarif kibar bir kızdı ve ben her geçen gün kendimi daha iyi hissediyordum. Hayatım yeniden çekilir olmuştu. Hülya bazı akşamlar kadiköyde vapur çıkışında bizi bekliyor, bazı akşamlar’da daha sonradan bize katılıyordu. O zamanlar bu günkü gibi cep telefonu olmadığından gündüzden telefonlaşır haberleşir nerde oturacağımıza veya buluşacağımıza karar verirdik. Üç kafadar birlikte vakit geçiriyorduk. Bazen Bağlarbaşındaki Ahmet’in Birhanesine gittiğimizde, Taşkın’ın nişanlısı da bize katılıyordu. Yine öyle bir akşam üstü Hülya ailesinin benimle tanışmak istediğini söylediğinde çok şaşırmıştım. Başıma ilk defa böyle bir şey geliyordu. Adadayken fört ettiğim kızların ailelerini zaten tanırdım bu durum bana tamamen yabancıydı. Hülya her zamanki sakin tavrıyla çekinmememi beni tanırlarsa daha rahat edebileceğimiz konusunda beni ikna etmeye çalışıyordu. Öyle bir uzun zaman diliminde falan da değildi. O hafta sonu yemeğe davetliydim. Taşkını nişanlısıyla birlikte gelmeleri konusunda ikna etmeliydim, yoksa yanlız başaramazdım. Cumartesi akşamı Hülyaların Bahariyedeki evlerinin kapısına geldiğimizde kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Taşkın ve Nişanlısı beni makaraya almışlar çoktan eğlencelerini bulmuşlardı sanki. Yemek boyunca heyecandan ellerimin titremesi belli olmasın diye ağzıma bir lokma bir şey almamıştım. İçimden ne kadar medeni bir aile diye düşünüyordum. Kızlarının flört ettiği genci tanımak için evlerine yemeğe davet etmişlerdi. Dünyanın sonu geliyordu sanki. Bu günün gençliğini düşündüğümde toplumdaki değer yargılarının ne büyük bir hızla değiştiğini farkediyordum.
Neyse şimdi kendinizi sorgulamayın! öykümden’de kopmayın. Hayatımın bu döneminde olaylar bir birini okadar hızlı takip etti’ki Taşkınla birlikte Alemdar handa Elektrikli aletler satan bir mağza bile açmıştık. Bu arada Taşkın evlenmiş yeni evine yerleşmişti bile. Ben Allahın emri ile Hülyayı ailesinden istetmiş aile arasında küçük bir nişan merasimi ile nişanlanmıştım. Gerçi ailesi beni tanıdıktan sonra pek öyle yasaklarla falan karşılaşmıyorduk. Saat kaç olursa olsun muhakkak evine teslim etme şartına bire bir uyuyordum. Bunun dışında nereye gttiğimiz ne yaptığımız konusunda tamamen özgür bırakılmıştık. Geriye dönüp baktığımda hayatım da hiç bir kız arkadaşımla buna eşim de dahil bu kadar rahat gezdiğimi, bu kadar rahat zaman geçirdiğimi ve eylendiğimi hatırlamıyorum. Askerliğim kapıya dayanmıştı. Son yoklamamı da yaptırmıştım bindokuzyüz yetmiş birinci tertip askere gididişim kesinleşmişdi, imkanım olmasına rağmen tecil ettirmek için hiç uğraşmamıştım. Konumuz çoktu bir an önce askerliğimi bitirip terhis olmalıydım. Askerden sonra işi nasıl büyüteceğimiz Hülya ile evlilik planları, nerede nasıl oturacağımız, nasıl yaşayacağımız gibi. Hoş Baba evinde oturmamız konusunda Babam ve annem biraz tutucuydu gelinin eve gelmesi konusunda bayağı israrcıydılar. Evlilik hayali kuran gençlerin yaptığı türde şeyler konuşuyorduk artık. Hülya çok varlıklı bir ailenin kızı olduğundan Dedesi Oğlunu geçiremediği işlerinin başına beni getirmek istiyordu. Zaten anlaşamadığımız en büyük konumuzda buydu. Bu tür konuşmalar beni yeterince rahatsız ediyordu. Bir şekilde askerliğimin bitiminden sonra tartışacağımıza karar verdik sonunda. Askere teslim olmama kalan bir iki ayı huzur içinde geçirdik. Nişanlı olarak askere gitmenin berbat bir şey olduğunu kışlaya teslim olduğumda öğrendim. Ankaranın Etimesgut ilçesinde tankçı alayına teslim oldum. Üç ay acemilik döneminden sonra aynı yerde ikinci tabur birinci bölükte bölük yazıcısı olarak kaldım. Ankara kızılaya izinli dahi olsanız er ve erbaşların girmesi yasaktı. Bu yasağın nedenini hiç bir zaman anlayamamıştım. Bende çare tükenmez İstanbula izinli gittiğim bir hafta sonunda Güngör ağbimin kullanmadığı peruklardan bir tanesine el koydum. İzin dönüşünde beraberimde götürdüm. Kendimi Ankarada oturan bir akrabamın yanında yaşıyormuş gibi göstererek evcil çıkabilmek için izin kağıdı çıkarttım. Artık cuma akşamından elimde evcil kağıdı ile alaydan çıkabiliyordum. İlk benzincide sivil kıyafetlerimi giyip kafama taktığım peruk ile inzibatların dikkatini çekmeden ankaranın her yerine girip çıkabiliyordum. Bazı hafta sonları istanbula Hülyayı görmek için bile kaçıyordum. Yirmi yedi ayı zar zor da olsa bitirdim. Yirmi dört ay askerlik üç ay firarlardan aldığım cezalarla birlike yirmiyedi ay sonunda askerlik görevimi bitirmiş eve gelmiştim. Valizimi bıraktığım gibi moda‘ya Hülyaya sürpriz yapmak için evden koşar adımlarla çıkmıştım. Annem arkamdan bağırıyordu üstünü değiştirseydin oğlum diye. Kadiköy altı yoldan Bahariyeye çıkarken Hülya bir gençle kol kola altıyola doğru geliyordu şaşkındım! bir ayakkabı mağzasına girdim gülüşerek önümden geçtiler. Hata mı yapıyoruz yaşadıkça çok mu günah işliyoruz yoksa sevaplarımız mı artıyor. Ne dersiniz siz hangi taraftasınız? Aklıma taşkın geldi ben askerdeyken oda ayrılmıştı eşinden.Yoluma devam ettim evin zilini çaldım müsakbel kayınvaldem camdan baktı, aaaa hoşgeldin şaşkın şaşkın kapıyı açtı! Birinci kata çıktım nişan yüzüğümü çıkartmıştım elimdeydi. Hülya‘da şimdi gelir oğlum bir yere kadar gitti; güldüm. Yüzüğü eline bıraktım döndüm hoşçakalın dedim.
Hülya her seferinde Aklını başına al derdi. Keşke onu en başında dinleseydim. Bir kere sevince bazı şeyleri es geçiyor insan. Hep yalnızız diyoruz, hem yakınıyoruz hayattan. Hep biz iyiyiz diyoruz diğerlerine kötülük yaparken bile. Neden mi böyle konuşuyorum ben de iyi bir insanım dediğim için. Gerçekten‘de öyleyim, beni tanımayanlar için o kadar üzülüyorum ki insanlar başkalarını kendileri gibi bilir ya ben de öyleyim inanın. Masumum, masumsun, kötülük bilmem, kötülük bilmezsin, çıkarsızım çıkarsızsın hesabı anlayacağınız. Artık önüme bakmalıydım başka türlü yaşamalıydım hayatı. Çılgınca yaşayıp deliyi bile kıskandıracak türden. Korkmadan, cesurca, sonunu düşünmeden. İçinde ayrılık olmayan hüzün olmayan gözyaşı olmayan bir masal türü değildi benimki. Allahtan bu hayal kırıklığım pek uzun sürmedi. Sabahları Kadiköy Sirkeci hattında ki vapurla işe gidip gelen her kesin oturduğu yer hemen hemen bellidir. Kısa bir süre sonra devamlı karşımda arkadaşları ile birlikte oturan kara gözlü güzel bir bayan ilgimi çekmişti. Belkide ilk defa hayatımda konuşmaktan korkuyordum. Askerlik zamanındaki yabanlığa verdim. Bir kaç kez takip ettim. Göztepede oturuyordu. Konuşup konuşmama konusunda kararsızdım, aksi bir cevaba hazır değildim sanırım. Ne olduysa o akşam oldu her akşam göztepe dolmuşlarına binen bu güzel bayan moda dolmuşlarına doğru yürüyordu. Aynı dolmuşa binememiştim ama arkasındaki dolmuşu tamam doldu diyerek devam ettirtmiştim. Elli liranın üstü olarak aldığım bozuk paralar Pardesümün cebinde yürüdükçe şakur şukur ötüyordu. Bahariye Moda kavşağında kolundan tuttum sanki kırk yıllık arkadaşım gibi bir cesaretle konuşmamız gerektiğini söyledim. Elindeki şemsiyesi önce kaldırdı, az daha kafamda paralanabilirdi ama olmadı. Köşe başında biraz konuştuk adını öğrendim. Adı Haticeydi iki mart bindokuzyüz yetmişiki konuştuğumuz ilk gün. Bu benim için bir milat olmuştu. Daha sonraları artık sabah akşam iskelede buluşup işe beraber gidip geliyorduk. İlk buluşma ikinci buluşma derken. Çılgınlığım hadsafhadaydı. Onu vapur iskelesinde beklerken farklı duygular taşıdığımı hissediyordum. İş saatlerinde onu görebilmek için iş yerine gidiyor bütün mesai arkadaşlarına öğlen yemeği bile ısmarlıyordum. Bir şekilde onu düşünmeden geçirdiğim bir an bile çok zor geliyordu. Sonra hadi neden kim için bu çılgınlık diyordum. İşte ben buyum hayallerinden bile korkmayan hep korkutan bir adamım.
İki mart‘ta tanıştık, iki nisanda nişan, iki haziranda nikah ve onbeş Ağustosta’da düğünümüzü yaptık. Altı ay içinde evlenmiştik bile. Bakalım hayat bana daha neler öğretecekti, daha nasıl şakalar yapacaktı. Herkez bu kadar kısa sürede gelişen bu olaylar karşısında şaşkındı. Bense kararlı onunla beraberken her türlü çılgınlığı yapabilirdim. Gerçekten nasıl bir duyguydu? Aşk kelimesi bende sadece acı çekmek kavramını oluşturduğu için bu duygunun ne olduğunu anlayamamıştım. Bildiğim tek şey her istediğimi aynı anda onunda istemiş olmasıydı. Günümüzde bu tür ilişkiyi ruh ikizi olarak adlandırıyorlar ne kadar doğrudur bilemiyorum. Kuzenim Şenay ve ben ailenin iki delisi olarak anılırdık. Salacaktaki düğünümüzde bile misafirleri bırakıp şenay ve eşi, taze gelin ve bendeniz taze damat kaçmıştık düğünden. Şenayın eşi her ne kadar dönmemiz için uyarmış olsada, sabahlara kadar dolaşmıştık. Moda‘dan Pendiğe kadar. Sabaha karşı eve geldiğimizde herkezin suratı bir karıştı ama biz kahkahalar atıyor, güle oynaya balayı için hazırlık yapıyorduk. Dayımın Eşi gülsüme yengem biraz mutasıptır. İmam nikahı olmadan balayı olmaz dediğinde gülmeyi kestik. Yengem imam nikahı olamdan doğacak çocuklarınız piç olur oğlum deyince söylenecek söz bitmişti. Hele Gülsüme yengem söylüyorsa yapacak hiç bir şey yoktu zaten. Doğacak çocuklarımızın piç olmaması için hoca nikahı yapaya razı olmuştuk. Üsküdardaki evimizin alt katında nikahımız kıyılırken benim şahidim Ali Haticeninki Şenaysa orada sadece kahkaha tufanı var demektir. Kıyılan nikahımızın Tanrı katındaki yeri tartışılır tabi hoca ne dediyse papağan gibi tekrarladık. Hoca nikahımızda kıyılmıştı hazırlıklarımız tamamdı Avşa adasına gitmek üzere yola çıktık. Ve emindik artık çocuklarımız piç olarak doğmıyacaktı. Bir haftalığına Avşa adasına gittiğimiz balayı bile Haticeyi benim çılgınlıklarıma ortak etmeye yetmişti. İki hafta sonra dönmüştük balayından. Sevi‘nin evlilikle buluştuğu o anda tanıdığım bu muhteşem duyguyu yaşadığım için, yaşam masalıma unutulması imkansız anılar sığdırdığı için, ve muhteşem iki evlat verdiği için eşime sonsuz teşekkür ediyorum. Otuz yedi yılın sonunda bu gün bile iyi ki seninle evlenmişim diyebiliyorsam, dillerde sakız olmuş aşk kelimesinin böyle bir duyguyu anlatan kelime olduğana‘da inanmıyorum. Eşimle birlikte yaşadığımız duygular ilk günden bu güne kadar henüz bilinmeyen belkide kimselerin yaşayamadığı, adı konmamış bir duygu selinin ta kendisiydi. Yıllar sonra Halil Cibran’nın bindokuzyüz altmışdokuz yılında yazmış olduğu Ermiş adlı eserinde Evlilik üzerine yazmış olduklarını okuyunca ne kadar da benzeştiğimizin farkına vardım. Belkide bilmeden, yaşamımızı Halil Cibran’ın öğütlerinde ki gibi yaşamış olmamız otuz yedi yıllık evliliğimizin temel direklerini oluşturmuştu. Bu kısa öyküyü yazdım çünkü bu günden sonra hayatta en büyük çılgınlığım başarabilirsem çılgınlık yapmamam olacak.
Mehmet Tevfik Özkartal
EVLİLİK
Yer yüzüne birlikte geldiniz, sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız.
Ölümün ak kanatları, günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız.
Bırakın’da bunca beraaberliğin, birlikteliğin arasında boşluklar olsun.
Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı paylaşmaya kalkmayın.
Şarkı söyleyin, dans edin, eylenin birlikte ama unutmadan,
İkinizinde, ayrı ayrı yanlız birer birey olduğunu.
Çünkü Ud’dan dağılan müzik aynıdır ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır.
Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama bir birinin bekçiliğini yapmayın.
Çünkü sadece yaşamın elidir yüreklerinizi saklayacak olan.
Hep yan yana olun, ama bir birinize fazla sokulmayın,
Çünkü Mabetleri taşıyan sütunlar da ayrı ayıdır.
Çünki bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez…
Halil Cibran 1969 Ermiş adlı eserinden alıntı.