ALDATMA

Türk boylarının MÖ Ana erkil yaşadıkları bilinen bir gerçek artık.

Günümüzdeyse toplumun değer yargıları erkeğin çokeşli yapısını değil de kadınınkini destekleseydi…cok-eslilik

“Genel”e göre kavramı oluşturan yapı taşları; kadın, erkek ve seks. Aldatma deyince insanların aklına nedense sadece kadın ya da erkeğin eşlerine sadakatsiz davranması geliyor. Halbuki aldatmanın asıl kelime anlamı; değişik bir tutumla, karşısındakini yanıltmak, yanlış bilgi vermek, oyalamaktır.

Sakın kızmayın olayı bu açıdan değerlendirmeyeceğim. Ben de aldatma kavramını kadın, erkek ve seks üzerinden işleyeceğim. Çünkü diğer aldatmalar pek can acıtmıyor olmalı ki tartışılmaya değer görülmüyor.

Her sevişmenin içinde aşk yok. Diğer canlılar gibi insanlar da çoğalmak arzusuyla karşı cinse yönelir. Bu nedenle seksin başlangıç noktası yani seks yapmayı isteme kısmı gayet basit ve anlaşılır. Ne zaman ki karşımıza aşık olduğumuz, birlikte yaşamak istediğimiz biri çıkıyor, sevişmek bizim için içgüdüsel olan bir eylem olmaktan çıkıyor. Asıl kıyamet de sonrasında kopuyor zaten.

Bir kadınla erkek beraber yaşamak, paylaşmak, üretmek için karşılıklı anlaşarak bir araya geldiklerinde sevişme istemine de bir kısıtlama geliyor. Genellikle bu her iki tarafında talebi doğrultusunda gerçekleşiyor. Tabii toplumsal örf ve alışkanlıkları  da göz ardı etmememiz lazım.evlilik

Eğer beraber yaşadığın bir eşin varsa başka biriyle birlikte olmak yok. Ama bu kısıtlamaya çoğunlukla sadece kadının uyması beklendi, bekleniyor. Erkekler, bilimi de arkalarına alarak bu kısıtlamaya fazla itaat etmiyorlar.

Yapılan araştırmalar günümüzde kadının da (erkekler kadar olmasa da) artık bu kısıtlamaya uymadığını doğruluyor. Hatta Amerika’da evli olan bazı çiftlerin birer sevgilileri olduğu ve herkesin birbirinden haberdar olduğu bile söyleniyor.

Bence aşık olarak bir araya gelmiş bir çiftin o yoğun aşk duygusu geçene kadar birbirlerine sadakatsiz davranmaları pek mümkün değil.

Sorunlar karşı tarafa duyulan aşkın, heyecanın başka duygulara dönüşmesiyle başlıyor. Sevişme isteğinde bölünme meydana geliyor, eşinle sevişmek tatmin edici olmuyor ve dışarıya davetiyeler hazırlanmaya başlanıyor. Bunu erkek çok daha rahat ve korkusuzca yapıyor.

Sevdiği kadınla yaşamaya devam edip aşık olmadığı hatta bazen tanımadığı sadece fiziksel olarak arzuladığı başka kadınlarla birlikte oluyor.

Peki ne oluyor, kadın aldatılmış oluyor. Toplumsal değer yargıları erkeğin çok eşli yapısını değil de kadınınkini destekleseydi, ekonomik olarak kadın erkekten daha iyi konumda olsaydı acaba kadınların ihanet sayıları erkeklerinkini geçmez miydi?

Sorun büyük, çözüm basit; kadın da erkek de “aldatabiliyor”.

Bilimsel araştırmalarla da tespit edilmiş, nedenleri farklılık gösterse de sonuç bu. Herkes bu gerçeği bilerek ömür boyu sadakat anlaşması imzalıyor. Ömür boyu sadakat talebi olmayan çiftler de bu anlaşmaya imza atıyor.

Yanlış olan da bu zaten; her çift kendi karakterleri, talepleri doğrultusunda kendilerine özel evlilik sözleşmesi hazırlasalar, topluma ve sevdiklerine tutamayacakları sözleri vermeseler ortada ne suçlu, ne mağdur, ne aldatan ne de aldatılan olacak.

Ben insanın diğer canlılardan farklı olarak içgüdülerini kontrol edebilip tek-eşli yaşayabileceğine inanıyorum. Bunu başarabilen çiftler var. Her iki tarafın da bunu istemesi, bunun için çaba sarf etmesi gerek tabii ki. Benim anlatmaya çalıştığım şey ise özetle şudur ki;Vesikalik_02

beraber yaşayan kadın ve erkekler birbirlerini çok iyi tanıdıkları, neyi yapıp neyi yapamayacaklarını bildikleri halde aldatmaktan bahsediyorlar. Herkes her şeyi biliyor.

Üç bin yıldır var olan tek-eşli evlilik sözleşmesine iki taraf da ihanet ediyor.

Bana asıl aldatılan evlilik kurumu gibi geliyor.

M.Tevfik Özkartal

Genel kategorisine gönderildi

Yaşamın kıyısında sevgiyi paylaşmak

0003

Günün birinde sevgiyi paylaşmak adına bir şeyler karalayacağım gelmezdi aklıma.

1960 lı yıllarda yaşadığım Büyükadayı  düşününce  bu günün resmini görmem pek zor olmadı. Sokak kapılarımızın kilitlenmediği, sofralarımızın tüm dostlara açık olduğu  yılları düşünerek günümüzle kıyasladıkça  geçen yıllar içerisinde nekadar fakirleştiğimizi görüyorum.
insani değerlerin  öldüğü! Ağlamanın, gülmenin, hüzünlenmenin , sevmenin,  makinalaştığı hür düşünme melekemizi elimizden alan şu garip Dünyadan  ne bekliyebilirki artık  insan.

Tabiki yaşam karşılıklı bir dokunuşta, bakışta , hissetmekte gizli. Bu günün yapay değerlerinde değil. Her şeyi  Maddiyatta, Lükste, ararmak, bencilliğin had safhaya ulaştığı günümüzden başka ne beklenirki.

Hayatımız yaşadığımız karmaşanın esiri olmuş o kadar ucuz değerlere ortak olmuşuz ki , her gün biraz daha yok oluyoruz, biraz daha karmaşa içinde yaşamın farkına varmadan kaybolup gidiyoruz. O kadar çok acele yaşıyoruz ki hayatı. Bir tabloya bakarken,  bir kitabı okurken bile neyi anlattığı, üzerinde durup düşünmeye fırsat bulamıyoruz.

Yaşadığımız yüzyılda insanlar artık sadece yaşamlarını daha zengin bir ortamda sürdürme kaygısı taşıyorlar. Asıl değerlerin yerini (saygı, sevgi, dostluk, güven, paylaşım gibi) maddi değerler almış.

Yarım bıraktığımız şeyleri saymak dahi istemiyorum , bu acelecilik niye? Sevgimizi  bile yaşayamıyoruz, paylaşamıyoruz. Bir birimize yeterince vakit ayıramıyoruz. Yaşamın yanıbaşımızdan su gibi akıp geçtiğinin farkına varamıyoruz. Dostluklar bile sahte ve çıkar ilişkilerinden öteye geçmiyor. Farkında mısınız? ne kadar çok özlüyoruz gönül dostlarını ve sevgilerini.

Aşklar sahte, Sevgililer sevgisiz , Dostluklar bile sahte ve evlilik kurumları bile  çıkar ilişkilerinden öteye geçmiyor artık. Her şey kazanmak üzerine kurulmuş  günümüzde, değer ölçüleri değişmiş, maddeye ulaşmanın her yolu mübah. Zaman nekadar acımasız davranmış farkında olmadan ne kadar çok özler olmuşuz  dostlukları ve sevgileri  sanırım elimizden hiç birşey gelmiyor özlemekten başka.

Neden hep yalnızlığı seçiyoruz çoğunlukla, neden hep boğulduğumuzu sanıp kaçıyoruz insanlardan? Bu acelecilik bu korku bu kaçış niye? Sevgileri gerçek dostlukları öldürmüyor muyuz hep beraber, sevgilerimizi de öldürecek kadar sevgi katili olmuyor muyuz?

Sevgiyle bakıp büyüttüğümüz bir çiçeği sevgi uğruna dalından koparıp sevdiğimize verirken, hatta örf ve adetlerimiz uğruna gün ve gün sevgiyi katletmiyormuyuz. Sevgiyi dudaklarımızdan kalbimize indiremeden her fırsatta sevgi sözcüğünü ağzımızda sakız gibi çiğnemekten yorulmadıkmı.

Biliyoruzki, düşündüklerimizle yaşantımız arasındaki ilişkiler çoğu kez arzu edilenin, umulanın dışında kalıyor. Toplum olarak da, bireysel olarak da, durmadan bir karamsarlığa bir yılgınlığa doğru sürükleniyoruz. Hayatı sevmeyi öğrenemeden, sevilemeden, alışkanlık haline getirmişiz.

Bunları yazarken yaşadığımız şu Dünyada  yangın yerine dönüşmüş  sevgisizliğin, adaletsizliğin, vurdum duymazlığın hayatımıza nasıl girdiğini bizleri nasıl etkileyip  bir bilinmeze sürüklediğinin farkına varalım istedim.

Ey siz sessiz, sevgilerin sessiz ortakları…

Bu serin gecenin sisli havasında ıslak damlacıkları bedeninize yayılırken, üşüyüp kaçmak yerine, Yüreğinize sevginin sıcaklığını esir edin… Ve bunun kendinize Tanrı tarafından bahşedilmiş en kutsal ödül sayın. Sevin yalnızca sevin…
Yaşamın kıyısında da olsanız  sevginizi paylaşın.

M-Tevfik Özkartal

Nürnberg 17.11.2011

veröffentlicht

Gazete Almancı  14.04.2012

Gazete Bayern 17.11.2017


GELİYORLAR! GELİYORLAR!

sükran-günayAnnesinin sesiydi, ağlıyor ve söyleniyordu. Gözlerini ovaladı. Kim gelmişti bu saatte?
Acele yer yatağından fırladı. Basma entarisini giydi. Hızla oda kapısını açtı. Badem gözlü annesine sokuldu, sarıldı… Yumuşacık, sıcacık annesi: ‘’Eh, yetti gari, canımdan bezdim! ’’ diyordu. Hayatta(çıkartmalık) minderin üstüne oturmuş, ellerini dizlerine vura vura yakınıyordu. Yumuk elleriyle anacığının gözyaşlarını sildi, yanaklarından öptü, yeniden sıkıca sarıldı. Henüz anlamamıştı olup biteni…
Kederli ana, kollarının altına alıp yavrusunu, öptü yanaklarından. Sıcacıktı göğsü anasının. Tüm vücuduna akan bir ılıklık hissetti, dayadı başını iki göğsünün arasına, suskundu, dinliyordu sadece anacığını: “ Kör olmayasıca! Aldı başını gitti yine. Üstünde iç don, fanilâ ve yalınayak. Ay başı tuttu! Gece gündüz belli değil, geldiler mi kaçıyor. Bıktım usandım büyük Allah’ım! Onca hocalar da bilemedi derdini. Hastane kapılarında çürüdüm, bir şeyi yok bu adamın dediler hep.” Çileli kadının gözyaşları, simsiyah saçlarına akıyordu küçük kızın. Alnında ıslaklığını hissetmeye başladı. Kalktı, bez mendil buldu, sildi gözlerini, yüzünü annesinin, mendili de tutuşturdu eline. Burnunu sildi kadıncağız, hıçkırıklar dinmiyordu: ” Ah, gülüm ahhh! Seni bu hallere getirenler kahrolsun! Ortalıkta kimseler de yoktur şimdi, ya kör kuyulardan birine atarsan kendini! Ne olur benim hallerim? Sığırtmaçlar çoktan yol aldılar, kovalıkta kimseler yoktur ki, seni bulup da tutsalar, getirseler.”
Anlamıştı olup biteni şimdi küçük kız, doğruldu, hayat dedikleri terasın üç dört basamaklı merdivenlerini ikişer atladı, lastik ayakkabılarını giydi, tahtadan sokak kapısının tokmağını çekti, kovalık yoluna koşmaya başladı. Sokağın bitiminde upuzun, köylere giden toprak yol uzanıyordu. Bir iki seslenenler oldu, ‘Ne oldu? ‘ diye. Aldırmadı, duymamazlıktan geldi. Aklı fikri babacığında idi. Ya kör kuyulardan birine düşer ve koca koca yılanlar onu sokarlarsa? Daha da hızlandı. Ovalığa gelmişti, yoldan ayrıldı, sazlıkların arasına daldı. Sanki bir ses vardı, ona ‘gel! ‘ diyen. O tarafa doğru bocaladı bacakları. Hem ilerilere bakıyor, hem de çalılıkların arasındaki taşlık yolu izlemeye çalışıyordu. Güneş’in ışıkları sırtını fazlaca okşamaya başlamıştı. Saç diplerine kadar terlemiş, alnından göz kapaklarına, oradan da boynuna akıyordu damlalar. Güllü entarisi bacaklarının arasına sıkışıyor, terden vücuduna yapışıyor, koşmasını engelliyordu. Elbisesinin eteğini çekiştirip duruyordu bu yüzden, hızını kesmiyordu ama.. Dikenler takılıyordu ara sıra bacaklarına. Çizilen yerlerden kanlar akıyordu. Ilık ılık akarak lastik pabuçlarının içlerine sızdıklarını hissediyordu… Ne sırılsıklam olmuş vücudu ne bacaklarındaki sıyrıklar ne akan kanlar ne de gittikçe daha fazla yakan Güneş’e aldırmıyordu. Bir an önce bulmalıydı maviş babasını… Bir karaltı gördü uzaklarda. Umutlandı; yüzüne kan, bacaklarına güç geldi, uçacak gibiydi. Gözleri yalnızca karaltıyı izliyor, bir an önce yaklaşmaya çalışıyordu. Nasıl da yuvarlanıverdi aniden! Önündeki engeli görmemişti. Şimdi de ayak parmakları acımaya başladı. Kocaman bir taş tökezlenmesine sebep olmuştu. Umurunda değildi, toparlandı, koştu yine soluk soluğa, karaltının olduğu tarafa… Dikkatliydi ama şimdi, düşmeden ulaşmalıydı hedefe. Bastığı yerleri ve varacağı yeri biliyordu artık.
Gittikçe ikileşti karaltılar. Yaklaştıkça belirginleşti gördükleri. İki adamdı o karaltı. Onlar görmüştüler belki, sormalıydı. Nefesi duracak gibiydi heyecandan, ümitten. Yaklaştıkça kalbi daha hızlı çarpmaya başladı. Babasıydı adamlardan biri. Son hızla koştu, babasının kucağında buldu kendini. Öptü… öptü… doyasıya, ‘Yavrum! ‘ diyen canının içi babası sımsıkı sardı kollarıyla. Bir zaman öylece kaldılar. Ağlıyordu ikisi de.
Yaşlı adam: ‘ Evlat dediğin budur işte! ‘ dedi. ‘Bak yavrum! Babanıza göz kulak olun. Peşini bırakmayın. Kendini kaybedince ne yaptığını bilmiyor.’ Bu kör kuyunun başında babası ile oturan kimdi bilemedi küçük kız. Bir daha da görmedi onu.
Sarıldılar baba kız. Eve vardılar. Annesinin yüzü gülüyordu. Ağabeyi okuldan dönmüştü. Yer sofrası kuruldu, olanlardan konuşulmadı. ‘ Yavrularım! Sizler benim canımsınız.’ diyordu can babası. Her seferinde böyle olurdu. Hatırlamaz, bilmezdi yaptıklarını. Soran da olmazdı. Neden? Korkarlar mıydı?

Hayır, hatırlanmak istenmezdi ailece. Korkulu anlardı, bir dahaki sefere kadar suskun kalırlardı. Bilirlerdi, annesinin deyimi ile yeni ay göründüğünde başlardı kaçmalar.
Kimdi gelenler? Neden kaçardı? Kimselerin olmadığı kıyı köşe aramasına sebep olan iç dünyasında neler vardı? Senelerce bilemedi küçük kız.
Yıllar birbirini kovaladı. Anne oldu küçük kız. Araştırdı, buldu: Kurtuluş Savaşı’nın acılarıydı iki yüreğin derinliklerinde gizlenen. Ana oğul saldırılara uğramışlardı. Namus ar bilip saklamışlardı yaşadıklarını; sözleşmeli, beynin akıl almaz dehlizlerine bohçalamışlardı savaşta yaşadıklarını. Gecelerin simsiyah koynunda depreşiyordu an(ı) lar…
Bedenleri isyandaydı koskoca bir ömür boyunca ama. Babaanne son nefesini ‘Geliyorlar! Geliyorlar! ‘ diyerek sedir altlarında verdi. Çocukları, en yakınları bilemediler nedenini, oğlundan gayrısı…
Dertli baba ise huzurluydu, yalnız değildi son nefeste. Çünkü koca kızına, son yıllarında dökmüştü savaşın çıldırtan sırlarını ve rahatlamıştı. Ömür boyu kaçmıştı yaşadıklarından oysa… Kimbilir nice canlar vardı daha; gömdüler zihinlerinin derinlerine, diyemediler başlarına gelenleri…

Şükran Günay

BELKiLERDE SAKLI SEVDA

Kantara vurmak bu hayatı, yaşanası kılmak.

Saklanmışları aramak belkilerde, mehmet_ulaygünümüzde bir nefes sahne tozu yutmak uğruna anlamak bu sevda’yı.

Sebebi her neyse yaşam biçimidir sahne hayatı.Tiyatro yalnızca bir olay değil, bir yaşam biçimidir! Hepimiz birer aktör, yani aktif oyuncuyuz: vatandaşlık toplumun içinde yaşamak değil Tiyatroda oynayanla izleyen arasında yakın, sıcak bir iletişim kurmaktır. Tiyatro yaşamın bir parçasıdır. Yaşamı sergiler. Yaşama sevincini yaratır. Geçmişi, günümüzü, geleceği anlamamıza yardımcı olur.
Tiyatro; Sorunlarımıza ışık tutar. Tiyatro, insanlar arasında halkın içinden doğmuş bir sanattır. Tiyatro hep iyiden, güzelden hoştan yana olmuştur. Tiyatro insanları eğitir. Eğitirken düşündürür. Tiyatro insanlara beraber gülmek, beraber ağlamak, beraber düşünmek gibi insanca duygular aşılar.
Ülkemizde tiyatro ile ilgili ilk ulusal bildiriyi, yaşamını Türk tiyatrosuna içtenlikle adamış olan Muhsin Ertuğrul yazdı. Dünyada ilk tiyatro olayının nerede, nasıl başladığı kesinlikle bilinmiyor, Araştırmacılar; tiyatronun ilkel insanların av dönüşü vurdukları avın çevresinde sevinç ve heyecan sesleri çıkararak dans etmelerinden doğduğunu anlatırlar. Daha sonraları topluluk halinde yaşamaya başlayan insanlar yılın belirli günlerinde, belirli bir yerde toplanmaya başladılar. Bu toplantıda içlerinden bir kişi yüksekçe bir yere çıkarak güldürücü öyküler anlatır, taklitler yapar, şarkılar söylerdi.
Bu tür oyunlar zamanla şenlikler geleneğini oluşturdu. Bir süre sonra tiyatroda kişiler ikiye, üçe çıktı. Daha canlı, daha ilgi çekici konular bulundu. Böylece oyunlar, sanat niteliğine kavuştu. Tiyatro da meslek haline geldi.
Tiyatro yaşamın bir parçasıdır. Konusu bakımından harekete, konuşmaya, bazen de müziğe yer verilir. Bu nedenle tiyatro güzel sanatların en ilgi çekici kollarından biridir.
Tiyatro oyunculuğu özel eğitimi gerektiren bir meslektir. Her nekadar ülkemizde alaylı olarak adlandırılan usta çırak ilişkisi ile başlayan bu sanat dalı günümüzde Tiyatro öğretimi konservatuar denilen okulda yapılır.
Tiyatro; yazarların dram, komedi, trajedi türünde yazdıkları eserlerin sahnede oynanması sanatıdır. Tiyatro gösteri sanatı olarak tanımlanır.
Belli başlı türleri hakkındaki bilgileri bir dahaki sayımıza sakladım.
Hoşça ve sağlıklı kalın

Mehmet Ulay

AB EKONOMİSİ

‘AB ekonomisi Türkiyesiz bir şey yapamaz,

abFinancial Times gazetesi bugün Orta ve Doğu Avrupa ülkeleriyle ilgili değerlendirmelerin yer aldığı 48 sayfalık bir dergiyi ek olarak dağıtmış okurlarına. James Wilson imzalı yazıda, Türkiye’ nin Alman iş adamları için hayati bir pazara dönüştüğü belirtiliyor.

Aynı şekilde Almanya da Türkiye’nin ihraç ürünleri için yine hayati önemde bir ülke Wilson’a göre ve iki ülke arasındaki bağ da güçleniyor. Binlerce Alman işletme, düşük maliyetli üretici olmaktan önemli bir pazar dönüşen Türkiye’yi keşfetmeye başladı, nihayetinde Türkiye yatırımcılar ve ihracatçılar için Orta Doğu’nun bazı kesimlerine ve Akdeniz’e ulaşmak için bir geçiş noktası.

Türkiye’yle Avrupa Birliği arasındaki Gümrük Birliği anlaşması sonrası Türkiye’yle Almanya arasındaki ticaret hacmi iki katına çıkmış durumda. En önemli göçmen grubu Türkler 2008 yılı itibarıyla Türkiye Almanya’ya 13 milyar dolar değerinde ürün ihraç etmiş ki bu Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 10’u. Türkiye’den Almanya’ya elli yıl boyunca devam eden göç de kuşkusuz Avrupa’nın bu en kalabalık iki ülkesi arasındaki sosyal ve ekonomik ilişkilerin gelişmesine de katkı sağladı.Türkler yaklaşık skala beş milyon kişiyle Almanya’nın en önemli göçmen grubunu oluşturuyor ve Almanya’da Türk girişimcilerin sahibi oldukları fabrikalarda yaklaşık 1 milyon 350 bin kişi çalışıyor. Ama ilişkiler karşılıklı: Her yıl Türkiye’yi ziyaret eden Almanların sayısı 4 milyonu geçiyor.
Köln merkezli Türk Alman Ticaret ve Endüstri Odası’nın verilerine göre 3700’den fazla Alman şirket, Türkiye’de faaliyet gösteriyor. Bunların üçte ikisi son altı yılda Türkiye pazarına girdi. Ayrıca Türkiye Almanya’ya genellikle tarım ya da tekstil ürünleri ihraç ederdi. Artık, elektronik mallar ve otomobiller, önemli ihraç mallarını oluşturuyor. Türkiye’ye en fazla dış yatırım ise yine Almanya’dan geliyor.
Bu verileri sıralayan James Wilson, yazısını, Türkiye’ye yatırımı teşviki amaçlayan yine Türkiye’ye bağlı bir birimin Almanya’daki temsilcisi Michael Maasmeier’in şu sözleriyle noktalamış: “Türkiye, büyüyen bir pazar ve stratejik bir ortak olarak, Avrupa ekonomisi için sadece imtiyazlı ortaklıkla yetinilemeyecek kadar önemli bir ülkedir. Avrupa Birliği ekonomisi uzun vadede, son derece önemli bu piyasa olmadan bir şey yapamaz.
(Tourexpie)

Avrupa kategorisine gönderildi

SUZANDAN UYARILAR

Mankenlik merakı ve sonuç ?

miss_norisSuzan Babası ….. ile annesi …… nin üç kızından biriydi. Ablası genç yaşta geçirdiği bir hastalıktan dolayı yatağa bağlı kalmıştı. Nürnberg’de büyüyen birçok genç kızın ilk öğretimden sonra girdiği meslek okulu döneminde hayatı değişti, o artık genç ve güzel bir kızdı… Eğitimini sürdürürken bir yandan ‘da çevresindeki delikanlılarından A…. gönlünü kaptırdı ve okulu bitirir bitirmez evleneceklerdi. Bu arada güzelliğinin de kurbanı olacaktı. Noris güzellik yarışmasına katıldı ve Noris güzeli seçildi, yaşamıda böylelikle değişik kulvarlara doğru yol aldı. Genç yaşta hayatın bir başka yüzüyle tanışmıştı; diskotek, bar, alkol’le arkadaş omuştu. Sevdiği ile de geçinemiyordu nedeni ise aslında basiti. Çünkü seven hep çok iyi oluyor, yeri geliyor kendisinden ödün veriyor çantada keklik misali, yerinde bekliyor, eğer ki keyifi gelirse, beklediği çantadan çıkıyordu.Çünkü her erkek bilir ki, KADINLAR YÜREKTEN SEVER…Suzan’da böyle bir aşkın kurbanı oldu.
Mankenlik hayaliyle başlayan renkli bir hayat her geçen gün cehenneme dönmüştü böyle bir bataktan çıkmak ise pek kolay olmuyordu. Kıpırdadıkça daha fazla battığını anlıyor kendisi gibi alkol bağımlılarıyla düşüp kalkıyordu.Aile, ilişkileri bozulmaya başladığından daha hırçın olmuştu. Alkolik olduğunu kabul etmeyen Suzan her alkolik gibi Tedavi, iyleştirme seanslarına’da inanmıyordu. Katıldığı bütün iyleştirme programlarında başarısızlığı yaşayan Suzan son şansını kullanıyor şimdilerde, bu sefer başaracağına olan inancı güçlü Allaha, meleklere sığınmış hayatı bir şekilde yenidan yakalama uğruna elinden geldiğince çaba sarfediyor.kaybolmuusluk
Belki önceleri başaramadığı bağımlılığından bu günkü inançları ve azmi sayesinde kurtulur.
Gecikmiş de olsa hayatı en azından yarısında yakalama fırsatını bulur. Bu güzel duygular içerisinde yaşayamadığı mutluluğu yaşar. Bu gün çevresinde gördüğü bir çok kızımıza hayatından kısa kısa örnekler vererek gençlere yardımcı olur. Hayat herkeze eşit davranmıyor, iki kültürle yaşayan toplumların hastalığı, yaşadığı topluma uyum sağladığını zannederken uğradığı kültür değişikliğini anlamamak! Günümüzde her geçen gün hızla artmakta, gençlerimiz bir şekide bu hastalığın pençesinde, ve kurtulamıyorlar. Özünden tamamen uzaklaşmış, kaybolmuş, ne kendi özünde, ne de bir başka, belleksiz,amaçsız bir toplum düşünün İşte en yakın çevremizde göremediğimiz binlercesi var.
M.Tevfik Özkartal
Euro Vizyon Nürnberg

Kime Niyet Kime Kısmet

Aynı kader kısmet gibi!

cekozaten bu mecmua Muammer, Yücel ve Çeko tarafından Bayern Vision kader kısmet Schow Türk adı ile birlikte yayınlanacaktı.
Grafik ve tasarım için benimle konuştuklarında Kendilerine bu isimde DIN A 3 formatında bir gazete, daha sonrada euro viyzon olarak örnek bir mecmua hazırlamıştım. Çeko euro vizyon’u çok beğenmişti bütün hazırlıkları yapmamı söylediğinde bayağı ciddi olduklarını düşünmüştüm. Kasım ay’ını pas geçmişler Aralıkta yayınlayacaklardı. Web sayfası Domain leri er şey hazırdı. bu defa hazır olmayan ne yazık’ki kendileriydi yücel ve Muammerle en son konuştuğumda vazgeçtiklerini öğrendim. Bayağı da bir şok yaşadım bukadar hazırlık bu kadar masraf yazık. Yücelin çalıştığı yere gittim ne yapmak istediklerini sorduğumda yapmıyacağız dedi. -Ben yapabilirmiyim ?
Niyet Çeko ve arkadaşları içindi, kısmet bize çıktı anlıyacağınız sayın okurlarım bu şekilde mecmuayı tek başıma yayınlamaya karar verdim.
En azından artık her ay sizlere ulaşacak yöresel bir mecmuanız var. Herkezin ufak tefek öyküleri, Şiirleri vardır muhakak bize gönderin yayınlayalım. Nürnberg ve çevresinde yayınlanmasını istediğiniz doğum günü nişan gibi etkinlikleri de yayınlayacağız tabiki. Kader Kısmet denen şey bu olsa gerek.

Genel kategorisine gönderildi

Yazmak ve okumak dostlar!

Anılar, günceler, mektuplar, gezi yazıları içtenlikli yazılardır.0003 Bilhassa ilk üç türde samimiyet daha bir anlam kazanır, öne çıkar. Kolayca okunuverirler. Andrè Gide’in deyişiyle “hatıra yazmak ölümün elinden bir şey kurmak” olduğuna göre, her anı bir değer ifade eder. Yazıcısının maharetine göre kuşkusuz kıymeti artar. Geçmişe dair kaydedilenler, toplumsal hayata da bir şekilde yeni kazanımlar sağlar. Anı yazarı, çok zaman yazdıklarını ilerlemiş bir yaşta yazdığı ve yaşadıklarına duygusal/ öznel bakacağı için, hatıralarda anlatılanlara ekseriyetle ihtiyatla yaklaşılmalıdır.

Öğrenme isteği insanı geliştiren, kültürünü arttıran ve aradığını bulmasını sağlayan bir şeydir. Bu bize keşfedebilme yeteneğimizi geliştirmemizde de oldukça yardımcı olur. Böylece okurken farklı şeyler keşfeder ve cümle içinde yüzeysel olandan başka şeyler de bulabilirsiniz. Bir romandaki,Öyküdeki ana kahramanın görünmeyen özelliği, yazarın cümlelerinde gizlediği bir bilgi olabilir. Tıpkı bir kadını mutlu etmenin yolunu bulmak gibi. Zira bir kadını mutlu etmek sizin de mutlu olmanız demektir. Aksi taktirde susamış bir insanın su içmesinden farklı bir eyleme dönüşmez sevişmek ve  okumak.

Bilinmesini isterim ki sevişmek de tek taraflı bir eylem değildir. Karşılıklı bir eylemdir. Siz okuduğunuzdan bir şey kazanmalısınız. Zira yazarı siz kazanmasanız da kazanmış oluyor. Buradaki tezatlığa kanmayın. Aslında yazarın asıl istediği beğenilmektir. Bu da kadınlarla birebir özdeşleşen bir şeydir.

Artık Okumanız bitmek üzeredir. yazının son noktasına baktıktan sonra mutluluğunuz artmıştır. Çünkü bir çok yeni şey öğrenmenin mutluluğunu tatmaktasınızdır. Siz beğenmeiş ve yazara para kazandırmışsınızdır. Bu yazarı tatmin etmiştir. Siz de öğrendikleriniz ve keşfettiklerinizle tatmin olmuşsunuzdur. Daima geçerli kural ” İlk Kadın Tatmin Olmalıdır.”

Görüldüğü gibi  okumak öğrenmekle eş değer olan, kişinin gelişimine en büyük katkı sunan, günlük yaşantısını, hal ve davranışlarını, toplumdaki yerini ve insanların gözündeki yerine belirleyen ana unsurlardan birisidir. Bu sebeple çok zevklidir fakat yazının başında belirttiğim zevk almanın dört kuralını da en iyi şekilde uygulamak gerekmektedir. Daha geniş anlatılabilecek bir konu olmasına rağmen oldukça kısa ve basit tutmaya çalıştım. Çünkü göreceli bir konu oldu ve okuyan kişi eminim ki benim anlatmak istediğimin daha fazlasını anlayacaktır.

Amacım  sadece mevcut olan ana fikri vermekti. Umarım başarabilmişimdir.

Mehmet Tevfik Özkartal


Dinlediğimiz Masallar

Hepimizin bir çok öyküsü vardır hayatta. Bir çoğumuz küçüklüğümüzden beri anlatılan ve ya masal kitaplarından okunan, mutlu sonla biten masallarla büyüdük.Hepimizin bir masalı vardır. Hayalini kurduğu ve büyüdükçe uzaklaştığını gördüğü. 0003Oysaki bu masalları`da, masal kahramanlarını da yaratan biz insanlar değilmiydik? O zaman neden bu mutlu sonları yaşayabilmek varken acı sonları seçişimiz. İster öykü deyin, ister hayat, ister masal herkesin bir hikayesi vardır. Kimi zaman güldüren kimi zaman ağlatan. Bu karanlığın kanatlarında uçmayı yeğleyenlerin değil, denizin derinliklerine cesurca dalmayı seçenlerin öyküsü.  İşte sizler bugün benim kısa bir öykümü okuyacaksınız.

Bir hikaye yazdım kendime, hani şu kötü başlayıp güzel biten hikayelerden. Denizin derin mavisine bakanların masalı değil bu, cesurca aşk‘la yaşamı kucaklayanların masalı! Büyükada‘dan Üsküdardaki dede evine taşımamızın moral bozukluğunu üzerimden atamamıştım. Haydarpaşa lisesine ise hiç alışamamıştım. Evden okula gidiyormuş gibi çıkıp bütün gün kadiköy, moda, suadiye’de dolaşıp okuldan geliyormuş gibi eve dönüyordum. Okulda yeni tanıştığım sınıf arkadaşlarımla’da anlaşamıyordum. Anlayacağınız yeni evimize, çevreme, okuluma intibak edemiyordum. Okulu bırakmaya karar vermiştim; vermesine‘de bunu aileme nasıl açıklamalıydım diye kafa yorarken, Okuldan eve gönderilen bir mektup her şeyi ortaya çıkartmıştı. Evin nazik ve üzerine titrenen çocuğu olmam, Ağbim-asmalımescidzaten vur eli olmayan babamı sinirlendirsede çok sakin gözüküyordu o akşam. Bana neden okula gitmediğimi sorduğunda cevabım hazırdı. Soruya soruyla cevap vermiştim. Neden ben eski okuluma gidemiyorum? Vapurla gidip gelirdim ne olurdu sanki! Madem taşınacaktınız beni neden İstanbul belediye konservetuarına göndermediniz? Tabi ben yanlız başıma vapurla seyyahat edemem sebep bu mu? Babam sakin sakin dinliyordu. İlk okulu bitirdikten sonra Müzüsyen olan Hüsnü amcamın israrı ile İstanbul belediye Konservetuarının imtahanlarına girmiş, imtahanı nihari olarak başarılı bir şekilde kazanmıştım. O senede Babam ve Annem İstanbula vapurla gidip gelmeme rıza göstermediklerinden, Heybeli Adadaki Hüseyin Rahmi Gürpınar Lisesine kaydımı yaptırmışlardı. Hoş gidebileceğim başka bir okul da yoktu o zamanlar. Sanki Heybeli adaya yürüyerek gidiyordum. O gece pek bir şey konuşulmadı Babam Hadi yat yarın konuşuruz diyerek beni odama gönderdi. Ertesi sabah okula gidiyormuş gibi yapmam için bir sebep kalmadığından öğleye kadar uyumuştum. Kalktığımda Annemin suratı bir karış benimle konuşmuyordu. Ne kadar şaklabanlık yaptıysam da Annemin yüzünü güldürememiştim. Karnın aç mı diye sormamıştı bile. Güngör Ağbim asmalı mescit’de Müzüsyenlik yapıyor ve orada şarkıcı bir bayan arkadaşı ile kalıyordu. Güner Ağbim askerdeydi ve ben çok rahattım. Güngör ağbimin durumunu benden başka bilen olmadığından sus payı olarak haftada yirmi lira harçlık verirdi bana.  Her pazartesi eve gelirdi. Ne olduysa o akşam Güngör ağbimle beraber gelmişlerdi. Güngör ağbim, Babam ve Annem gibi yufka yürekli değildi. O bile ne olduysa benimle sakin sakin konuşmaya başladı. Okula devam edersem harçlığımı elli liraya çıkartacağını falan söyledi. Ben okadar kararlıydım ki  Ağbimin her söylediği bir kulağımdan giriyor ötekinden çıkıyordu. Sonunda Ağbim, Babam ve Annem bir karar vermişlrdi bu kararıda açıklamak Güngör ağbime kalmıştı. Tamam oğlum o zaman çalışacaksın dedi. Bende olur dedim. Ağbimin hiç beklemediği bir cevap olsa gerek  Babama baktı Babam  tamam her sabah Reşat amcanla gidecek akşam onunla döneceksin. Öyle yan gelip yatmak yok. Biraz çalış  da okumanın kıymetini anlarsın diyerek bana ceza kestiğini ima etti.

Reşat amıca Babamın çocukluk arkadamahmutpasaşı kapı komşumuz,  bir aile dostumuz. Sirkeci İrfaniye çarşısında orlon kazak, buluz  gibi  ürünleri sattığı bir tezgahı var. Babam ne düşündüyse artık; kışın soğuk, yazın sıcak dışarıda çalışmaya dayanamıyacağımı düşünerek mi  böyle bir karar aldı bilmiyorum. Ertesi sabah saat altıda Annemin sesi ile kalktım. Reşat amca saat altı buçukta beni alacaktı. Ve öylede oldu Reşat amca ile beraber Üsküdar vapur iskelesine kadar yürüdük saat yedi vapuru ile sirkeciye geçtik oradan Reşat amcanın tezgahının olduğu yere geldik. Tezgahtaki mallar her sabah kartonlardan çıkartılıp  açılıyor akşamları kartonlara istif edilerek yandaki dükkana bırakılıyordu. İlk gün Reşat amca kazakları bulüzleri tezgaha nasıl dizeceğimi akşamları tezgahtan nasıl toplayacağımı, kazak ve bulüzleri nasıl katlamam gerektiğini  göstermişti. Bundan sonraki günler bu işin bana ait olduğunu hata yapmamam gerektiğini anlatmıştı. Reşat amcaya kaç para kazanacağımı sorduğumda, hem iş öğreteceğim hemde para mı istiyorsun diyerek cevaplamıştı sorumu. Sen bir işi öğren o zaman konuşuruz dedi. Akşam eve geldiğimde bütün gün ayakta durmaktan bitap düşmüştüm yemek dahi yemeden yattım uyudum. Sabahleyin saat beşte  kalktım kendime ekmek arası sandöviç yaptım  Reşat amcayı beklemeden çıktım evden saat altı buçukta tezgahın başındaydım. Malları açtım tezgaha yerleştirdim reşat amca saat sekizde geldiğinde iki kazak bile satmıştım.Reşat amca  şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Kendisini neden beklemediğimi bile sormadı aferin dedi. Bir ayın sonunda benim pes etmeyeceğim anlaşılmış Reşat amcanın yanında elli lira haftalık la gerçekten çalışmaya başlamıştım. Evdekiler benim pes etmemeden dolayı mutsuzlardı her fırsatta okula dönmem için telkinde bulunuyorlardı. Reşat amca benden çok menundu ve Babamı bir şekilde ikna etmişti sanırım. Üçüncü ay bittiğinde haftalığım da artmış haftada yüz lira alıyordum. Bu arada İrfaniye çarşısı Kapalı çarşı orloncular kumaşçılar herkesle  iyi ilişkiler geliştirmiştim.

Ermeni bir arkadaşım kapalı çarşıda ince belli çay bardaklarına, tabaklarına altın yaldız çekiyordu. Piyasaya yeni çıkan bu çay bardakları kapış kapış satılıyordu. Reşat bey amcanın tezgahının hemen yanında iki karton koyabileceğim kadar boş bir yer vardı zaten orada dikilirdik. Reşat amcaya bu yeri bana verirse haftalık carsialmayacağımı söylediğimde hem çok şaşırmış hemde sevinmişti sanırım. Ne yapacağımı sordu tezgaha bakarken Bardak satacağımı söyledim. Güldü ve kabul etti. Her halde bir işe yaramıyacağını düşünüyordu. Konsenye aldığım yaldızlı çay bardağı ve tabağı bir liradan satacaktım yüzde yirmisi benim olacaktı. Akşamdan dört karton almıştım. Ertesi sabah önce orlon tezgahını açtım hemen kenarda boş kartonların üzerine bardak ve tabakları dizdim, gazete kağıdından bardak sarmak için kağıt hazırladım. Boş bir kartona yaldızlı çay bardağı, tabağı hediyesi bir lira batan geminin malları diye yazdım. Ben bütün bu hazırlıkları yaparken bir karton mal satmıştım yani elli adet. Öğlen olduğunda hiç mal kalmamıştı elimde. Reşat amca anlamasın diye mal almaya gitmedim. Telefonla verdiğim sekiz karton mal siparişini, akşamleyin almaya gittim. Hammalara yükledim kartonları orlonları koyduğumuz dükkana bıraktım.  Birinci gün kırk lira kazanmıştım sevinçten havalara uçuyordum. İkinci gün sabahtan saat onbeşe kadar sekiz kartonuda satmıştım. Reşat amca nasıl gidiyor dediğinde iyi amcam yirmi otuz kazanıyorum. Reşat amcanın hoşuna gidiyordu tabi bedavaya adam çalıştırıyordu. Böylelikle günler günleri kovalarken dört ay bardak ve orlon satmıştım. Sadece çay bardağı ve tabağından dört ayda onbeş bin liradan fazla para kazanmıştım. Kimselere söylemeden. Ne olur ne olmaz diyerek harcamalarımın dışındaki parayı çatı katındaki odamda gizlemiştim. Bu parayı kazandığım yılda Güngör Ağbim gecede 50 lira alıyordu, Babamın maaşı 685 liraydı.  Parayı kazanmıştım kazanmasına yer konusu biraz canımı sıkıyordu. Bir ay sonra Reşat bey amcaya  o küçük yeri bana satıp satmıyacağını sordum. Yüzüme baktı güldü neyle ödeyeceğimi sordu. bende borç harç alacağımı söyledim. İşte hayatımın en büyük hatasını yapmıştım. Reşat bey amca o günden sonra benim satışlarımı takip etmiş ve benden yer kirası ödememi istemişti. Öyle böyle değil ayda binbeşyüz lira. Bir müddet ödedim daha sonra yanından ayrılmaya karar verdim.

Kimselere haber vermeden yazları 03062008228çalıştığım Nihat beyin Karaköydeki gümrük bürosunda çalıştığım dönemlerde Taşkın Özgünerginle tanışmıştım. Nihat beyin istanbuldaki müdürüydü. Arada sırada sirkeci gümrüğünde işi olduğunda vapurla gidiş gelişlerimizde rastlaşır sohpet ederdik. Yine öyle rastlaştığımız bir gün biraz sohpet ettik ordan burdan derken kendi bürosunu açmak istediğini söylediğinde atladım hemen açalım diye. Şaşkın şaşkın yüzüme baktı, Sirkecide bir büro açmak kaça mal oluyor biliyormusun dedi, bilmediğimi söyledim. En az on kağıt lazım bir türlü bir araya getiremedim deyince Taşkım bende beş bin lira var istersen ortak açalım dedim demesine ha ha deyip güldü. İrfaniye çarşısında orloncunun yanında böyle bir parayı birikitiremeyeceğimi sanıyordu her halde. Sonunda Taşkını ikna etmeyi başarmış birlikte bir büro açmaya ikna etmiştim. Eve geldiğimde Reşat amcanın yanından ayrılacağımı, Taşkınla beraber gümrük komisyonculuğu yapmak için büro açacağımı söylediğimde, Babamın ve Annemin suratlarının aldığı hal bu gün bile gitmez gözlerimin önünden. Sonunda beni tekrar okula döndüremiyeceklerini anlayan Babam ve Annem çaresiz bir şekilde Taşkınla ortak büro açmama rıza göstermişlerdi. Hayatım biraz olsun daha renklenmişti sanki. Aynı sene okula devamsızlıktan sınıfta kalmıştım.Yapabileceğimin en iyisini yapmış  ailemi‘de ikna ederek açacağımız yeni büronun çalışmalarına başlamıştım bile. Ailemi ikna etmemde Taşkının Babamı razı etmesindeki rolü çok büyüktü. Ankarada yapılan Gümrük Komisyoncuları Muayet memuru imtahanlarına beni hazırlıyacağının sözünü vermişti. Taşkınla işe beraber gidiyor beraber dönüyorduk artık. Bindokuzyüz altmışdokuz yılının temmuz ayında  Sirkecide’ki büromuzu açmıştık. İşlerimiz de gayet güzel gidiyordu, günde en az kırk beyanname kapatıyorduk. Akşamları iş dönüşü Kadiköydeki Birhanelerde bir iki bira içmeden evlerimize dönmezdik. Gene öyle bir akşam üstü tesadüf eseri Hülya’yı tanıdım zarif kibar bir kızdı ve ben her geçen gün kendimi daha iyi hissediyordum. Hayatım yeniden çekilir olmuştu. Hülya bazı akşamlar kadiköyde vapur çıkışında bizi bekliyor, bazı akşamlar’da daha sonradan bize katılıyordu. O zamanlar bu günkü gibi cep telefonu olmadığından gündüzden telefonlaşır haberleşir nerde oturacağımıza veya buluşacağımıza  karar verirdik. Üç kafadar birlikte vakit geçiriyorduk. Bazen Bağlarbaşındaki Ahmet’in Birhanesine gittiğimizde, Taşkın’ın nişanlısı da bize katılıyordu. Yine öyle bir akşam üstü Hülya ailesinin benimle tanışmak istediğini söylediğinde çok şaşırmıştım. Başıma ilk defa böyle bir şey geliyordu. Adadayken fört ettiğim kızların ailelerini zaten tanırdım bu durum bana tamamen taskinyabancıydı. Hülya her zamanki sakin tavrıyla çekinmememi beni tanırlarsa daha rahat edebileceğimiz konusunda beni ikna etmeye çalışıyordu. Öyle bir uzun zaman diliminde falan da değildi. O hafta sonu yemeğe davetliydim. Taşkını nişanlısıyla birlikte gelmeleri konusunda ikna etmeliydim, yoksa yanlız başaramazdım. Cumartesi akşamı Hülyaların Bahariyedeki evlerinin kapısına geldiğimizde kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Taşkın ve Nişanlısı beni makaraya almışlar çoktan eğlencelerini bulmuşlardı sanki. Yemek boyunca heyecandan ellerimin titremesi belli olmasın diye ağzıma bir lokma bir şey almamıştım. İçimden ne kadar medeni bir aile diye düşünüyordum. Kızlarının flört ettiği genci tanımak için evlerine yemeğe davet etmişlerdi. Dünyanın sonu geliyordu sanki. Bu günün gençliğini  düşündüğümde toplumdaki değer yargılarının ne büyük bir hızla değiştiğini farkediyordum.

Neyse şimdi kendinizi sorgulamayın! öykümden’de kopmayın. Hayatımın bu döneminde olaylar bir birini okadar hızlı takip etti’ki Taşkınla birlikte Alemdar handa Elektrikli aletler satan bir mağza bile açmıştık. Bu arada Taşkın evlenmiş yeni evine yerleşmişti bile. Ben Allahın emri ile Hülyayı ailesinden istetmiş aile arasında küçük bir nişan merasimi ile nişanlanmıştım. Gerçi ailesi beni tanıdıktan sonra pek öyle yasaklarla falan karşılaşmıyorduk.  Saat kaç olursa olsun muhakkak evine teslim etme şartına bire bir uyuyordum. Bunun dışında nereye gttiğimiz ne yaptığımız konusunda tamamen özgür bırakılmıştık. Geriye dönüp baktığımda hayatım da hiç bir kız arkadaşımla buna eşim de dahil bu kadar rahat gezdiğimi, bu kadar rahat zaman geçirdiğimi ve eylendiğimi hatırlamıyorum. Askerliğim kapıya dayanmıştı. Son yoklamamı da yaptırmıştım bindokuzyüz yetmiş birinci tertip askere gididişim kesinleşmişdi, imkanım olmasına rağmen tecil ettirmek için hiç uğraşmamıştım. Konumuz çoktu bir an önce askerliğimi bitirip terhis olmalıydım. Askerden sonra işi nasıl büyüteceğimiz Hülya ile evlilik planları, nerede nasıl oturacağımız,  nasıl yaşayacağımız gibi. Hoş Baba evinde oturmamız konusunda Babam ve annem biraz tutucuydu gelinin eve gelmesi konusunda bayağı israrcıydılar. Evlilik hayali kuran gençlerin yaptığı türde şeyler konuşuyorduk artık. Hülya çok varlıklı bir ailenin kızı olduğundan Dedesi Oğlunu geçiremediği işlerinin başına beni getirmek istiyordu. Zaten anlaşamadığımız en büyük konumuzda buydu. Bu tür konuşmalar beni yeterince rahatsız ediyordu. Bir şekilde  askerliğimin bitiminden sonra tartışacağımıza karar verdik sonunda. Askere teslim olmama kalan bir iki ayı huzur içinde geçirdik. Nişanlı olarak askere gitmenin berbat bir şey olduğunu kışlaya teslim olduğumda öğrendim. Ankaranın Etimesgut ilçesinde tankçı alayına  teslim oldum.peruk Üç ay acemilik döneminden sonra  aynı yerde ikinci tabur birinci bölükte bölük yazıcısı olarak kaldım. Ankara kızılaya izinli dahi olsanız er ve erbaşların girmesi yasaktı. Bu yasağın nedenini hiç bir zaman anlayamamıştım. Bende çare tükenmez İstanbula izinli gittiğim bir hafta sonunda Güngör ağbimin kullanmadığı peruklardan bir tanesine el koydum. İzin dönüşünde beraberimde götürdüm. Kendimi Ankarada oturan bir akrabamın yanında yaşıyormuş gibi göstererek evcil çıkabilmek için izin kağıdı çıkarttım. Artık cuma akşamından elimde  evcil  kağıdı ile alaydan çıkabiliyordum. İlk benzincide sivil kıyafetlerimi giyip kafama taktığım peruk ile inzibatların dikkatini çekmeden ankaranın her yerine girip çıkabiliyordum.  Bazı hafta sonları istanbula  Hülyayı görmek için bile kaçıyordum. Yirmi yedi ayı zar zor da olsa bitirdim. Yirmi dört ay askerlik üç ay firarlardan aldığım cezalarla birlike yirmiyedi ay sonunda askerlik görevimi  bitirmiş eve gelmiştim. Valizimi bıraktığım gibi moda‘ya Hülyaya sürpriz yapmak için evden koşar adımlarla çıkmıştım. Annem arkamdan bağırıyordu üstünü değiştirseydin oğlum diye. Kadiköy altı yoldan Bahariyeye çıkarken Hülya bir gençle kol kola altıyola doğru geliyordu şaşkındım! bir ayakkabı mağzasına girdim gülüşerek önümden geçtiler. Hata mı yapıyoruz yaşadıkça çok mu günah işliyoruz yoksa sevaplarımız mı artıyor. Ne dersiniz siz hangi taraftasınız? Aklıma taşkın geldi ben askerdeyken oda ayrılmıştı eşinden.Yoluma devam ettim evin zilini çaldım müsakbel kayınvaldem camdan baktı, aaaa hoşgeldin şaşkın şaşkın kapıyı açtı! Birinci kata çıktım nişan yüzüğümü çıkartmıştım elimdeydi. Hülya‘da şimdi gelir oğlum bir yere kadar gitti; güldüm. Yüzüğü eline bıraktım döndüm hoşçakalın dedim.

Hülya her seferinde Aklını başına al derdi. Keşke onu en başında dinleseydim. Bir kere sevince bazı şeyleri es geçiyor insan. Hep yalnızız diyoruz, hem yakınıyoruz hayattan. Hep biz iyiyiz diyoruz diğerlerine kötülük yaparken bile. Neden mi böyle konuşuyorum ben de iyi bir insanım dediğim için. Gerçekten‘de öyleyim, benietimesgut-1 tanımayanlar için o kadar üzülüyorum ki insanlar başkalarını kendileri gibi bilir ya ben de öyleyim inanın. Masumum, masumsun, kötülük bilmem, kötülük bilmezsin, çıkarsızım çıkarsızsın hesabı anlayacağınız. Artık önüme bakmalıydım başka türlü yaşamalıydım hayatı. Çılgınca yaşayıp deliyi bile kıskandıracak türden. Korkmadan, cesurca, sonunu düşünmeden. İçinde ayrılık olmayan hüzün olmayan gözyaşı olmayan bir masal türü değildi benimki. Allahtan bu hayal kırıklığım pek uzun sürmedi.  Sabahları Kadiköy Sirkeci hattında ki vapurla işe gidip gelen her kesin oturduğu yer hemen hemen bellidir. Kısa bir süre sonra devamlı karşımda arkadaşları ile birlikte oturan kara gözlü güzel bir  bayan ilgimi çekmişti. Belkide ilk defa hayatımda konuşmaktan korkuyordum. Askerlik zamanındaki yabanlığa verdim. Bir kaç kez takip ettim. Göztepede oturuyordu. Konuşup konuşmama konusunda kararsızdım, aksi bir cevaba hazır değildim sanırım. Ne olduysa o akşam oldu her akşam göztepe dolmuşlarına binen bu güzel bayan moda dolmuşlarına doğru yürüyordu. Aynı dolmuşa binememiştim ama arkasındaki dolmuşu tamam doldu diyerek devam ettirtmiştim. Elli liranın üstü olarak aldığım bozuk paralar Pardesümün cebinde yürüdükçe şakur şukur ötüyordu. Bahariye Moda kavşağında kolundan tuttum sanki kırk yıllık arkadaşım gibi bir cesaretle konuşmamız gerektiğini söyledim. Elindeki şemsiyesi önce kaldırdı, az daha kafamda paralanabilirdi ama olmadı. Köşe başında biraz konuştuk adını öğrendim. Adı Haticeydi iki  mart bindokuzyüz yetmişiki konuştuğumuz ilk gün. Bu benim için bir milat olmuştu. Daha sonraları artık sabah akşam iskelede buluşup işe beraber gidip geliyorduk. İlk buluşma ikinci buluşma derken. Çılgınlığım hadsafhadaydı. Onu vapur iskelesinde beklerken farklı duygular taşıdığımı hissediyordum. İş saatlerinde onu görebilmek için iş yerine gidiyor bütün mesai arkadaşlarına öğlen yemeği bile ısmarlıyordum. Bir şekilde onu düşünmeden geçirdiğim bir an bile çok zor geliyordu. Sonra hadi neden kim için bu çılgınlık diyordum. İşte ben buyum hayallerinden bile korkmayan hep korkutan bir adamım.hati

İki mart‘ta tanıştık, iki nisanda nişan, iki haziranda nikah ve onbeş Ağustosta’da düğünümüzü yaptık. Altı ay içinde evlenmiştik bile. Bakalım hayat bana daha neler öğretecekti, daha nasıl şakalar yapacaktı. Herkez bu kadar kısa sürede gelişen bu olaylar karşısında şaşkındı. Bense kararlı onunla beraberken her türlü çılgınlığı yapabilirdim. Gerçekten nasıl bir duyguydu? Aşk kelimesi bende sadece acı çekmek kavramını oluşturduğu için bu duygunun ne olduğunu anlayamamıştım. Bildiğim tek şey her istediğimi aynı anda onunda istemiş olmasıydı. Günümüzde bu tür ilişkiyi ruh ikizi olarak adlandırıyorlar ne kadar doğrudur bilemiyorum.  Kuzenim Şenay ve ben ailenin iki delisi olarak anılırdık. Salacaktaki düğünümüzde bile misafirleri bırakıp şenay ve eşi, taze gelin ve bendeniz taze damat kaçmıştık düğünden. Şenayın eşi her ne kadar dönmemiz için uyarmış olsada, sabahlara kadar dolaşmıştık. Moda‘dan Pendiğe kadar.  Sabaha karşı eve geldiğimizde herkezin suratı bir karıştı ama biz kahkahalar atıyor, güle oynaya balayı için hazırlık yapıyorduk. Dayımın Eşi gülsüme yengem biraz mutasıptır. İmam nikahı olmadan balayı olmaz dediğinde gülmeyi kestik. Yengem imam nikahı olamdan doğacak çocuklarınız piç olur oğlum deyince söylenecek söz bitmişti. Hele Gülsüme yengem söylüyorsa yapacak hiç bir şey yoktu zaten. Doğacak çocuklarımızın piç olmaması için hoca nikahı yapaya razı olmuştuk. Üsküdardaki evimizin alt katında nikahımız kıyılırken benim şahidim Ali Haticeninki Şenaysa orada sadece kahkaha tufanı var demektir. Kıyılan nikahımızın Tanrı katındaki yeri tartışılır tabi hoca ne dediyse papağan gibi tekrarladık. Hoca nikahımızdaNikah kıyılmıştı hazırlıklarımız tamamdı  Avşa adasına gitmek üzere yola çıktık. Ve emindik artık çocuklarımız piç olarak doğmıyacaktı. Bir haftalığına Avşa adasına gittiğimiz balayı bile Haticeyi benim çılgınlıklarıma ortak etmeye yetmişti. İki hafta sonra dönmüştük balayından. Sevi‘nin evlilikle buluştuğu o anda tanıdığım bu muhteşem duyguyu yaşadığım için, yaşam masalıma unutulması imkansız anılar sığdırdığı için,  ve muhteşem iki evlat verdiği için eşime sonsuz teşekkür ediyorum. Otuz yedi yılın sonunda bu gün bile iyi ki seninle evlenmişim diyebiliyorsam, dillerde sakız olmuş aşk kelimesinin böyle bir duyguyu anlatan kelime olduğana‘da inanmıyorum. Eşimle birlikte yaşadığımız duygular ilk günden bu güne kadar  henüz bilinmeyen belkide kimselerin yaşayamadığı, adı konmamış bir duygu selinin ta kendisiydi. Yıllar sonra Halil Cibran’nın bindokuzyüz altmışdokuz yılında yazmış olduğu Ermiş adlı eserinde Evlilik üzerine yazmış olduklarını okuyunca ne kadar da benzeştiğimizin farkına vardım. Belkide bilmeden, yaşamımızı Halil Cibran’ın öğütlerinde ki gibi yaşamış olmamız otuz yedi yıllık evliliğimizin temel direklerini oluşturmuştu.   Bu kısa öyküyü yazdım çünkü bu  günden sonra hayatta en büyük çılgınlığım başarabilirsem çılgınlık yapmamam olacak.

Mehmet Tevfik Özkartal

02 Nisan 2011 Cumartesi  23,15

EVLİLİK

Yer yüzüne birlikte geldiniz, sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız.

Ölümün ak kanatları, günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız.

Bırakın’da bunca beraaberliğin, birlikteliğin arasında boşluklar olsun.

Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı paylaşmaya kalkmayın.

Şarkı söyleyin, dans edin, eylenin birlikte ama unutmadan,

İkinizinde, ayrı ayrı yanlız birer birey olduğunu.

Çünkü Ud’dan dağılan müzik aynıdır ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır.

Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama bir birinin bekçiliğini yapmayın.

Çünkü sadece yaşamın elidir yüreklerinizi saklayacak olan.

Hep yan yana olun, ama bir birinize fazla sokulmayın,

Çünkü Mabetleri taşıyan sütunlar da ayrı ayıdır.

Çünki bir selvi ile bir meşe  birbirinin gölgesinde yetişmez…

Halil Cibran 1969  Ermiş adlı eserinden alıntı.